Lunapark, ses, renk ve koku kalabalığından oluşuyordu. Çeşit çeşit oyuncaklardan yükselen müzikler, çocukların ağlama, gülme ve çığlık sesleri, çocuğunun söz dinlememesine sinirlenen annelerin bağırışları kalabalığın sesteki görevlileriydi. Bu görevliler hiyerarşinin en tepesindeydiler. Makinelerin çekici olması için rengârenk boyaları, pamuk helvaların ve balonların yumuşak, toz renkleri, çocukların büyümesiyle giydikleri kıyafetlerin değişen renkleri de kalabalığın orta kuşak vatandaşlarıydı. Makinelerin egzoz, insanların ter ve parfüm kokuları da hiyerarşinin en alt kısmında olsalar da oldukça etkindiler.
Bu hiyerarşinin her kolunda başarıyla rol oynayan çocuklar kalabalık içinde oradan oraya koşturuyor, bir oyuncaktan inip diğerine biniyorlardı. Bazıları gerçekten çok küçüklerdi ve bunların tümünün elinden tutmuş birer anne görebilirdiniz. Annelerin bir kısmı çocuklarını, ya evden çıkmadan önce ya da uzun zaman dilimine yayarak tehditle terbiye etmişlerdi ve bu çocuklar hiçbir sorun çıkarmadan yalnız annelerinin istedikleri oyuncaklara binerek eğlenmeye çalışıyorlardı. Diğer kısım anneler de çocuklarının hayatı kendilerince yaşamasına izin verip şımartmışlardı ve bu çocuklar lunaparkta ne kadar azar yeseler de taşkınlık yapıp şımarmaya devam ediyorlardı.
Berk ve annesi Yelda bu sınıflardan ilkine giriyorlardı. Evde, belirgin olmasa da oldukça etkili bir tehdit vardı; babası. Patladığında tek katlı bir binayı yıkacak kısa fitilli bir dinamit gibiydi babası. Aniden sinirlenirdi. Sinirlendiğinde çoğunlukla sinirlerini tabaklardan ya da televizyon kumandasında çıkarır, ardından da yenisini almak için akşam vakti açık bir porselenci ya da elektronikçi arardı. Berk için bu oldukça yeterliydi. Pek taşkınlık yapmaz, diğer çocuklar gibi sokakta çok fazla koşmasına izin verilmezdi.
Berk bu yıl onuncu yaşını doldurup on birinci yaşına girmişti. Hediye olarak da annesinde sadece lunaparka götürmesini istemişti. “Her seferinde hastalığımı bahane ediyosunuz ama bak ne zamandır bayılmıyom. İyiyim ben. Bişiy olmaz bana,” demişti annesine. Berk’in babasının aksine Yelda yufka yürekliydi. Berk’in dağınık, sarı saçlarının ve kahverengi gözlerindeki bakışın çocuksu şirinliğine dayanamayarak kabul etmişti en sonunda bu isteği. Ancak sıkı sıkı tembihlemişti; “Lunaparka gidişimizi babaya söylemek yok, tamam mı? Baban işteyken bir-iki saatliğine gidip geleceğiz.” Eğer babası öğrenecek olursa, evde lunaparktakinden daha büyük bir kalabalık olurdu. Bunu ikisi de çok net biliyordu.
Berk, annesi Yelda’nın elinden tutarak biraz daha hızlı olması için çekiştiriyordu. Lunaparka girip çeşit çeşit oyuncaklara binmek için sabırsızlanıyordu. Okulda arkadaşlarının ağızlarından salyalar saçarak anlattıkları makineleri görmek istiyordu. Hepsi farklı bir makinede ne kadar heyecanlandıklarını, ne kadar çok eğlendiklerini anlatırdı genelde. Ama tüm arkadaşları hikayelerinde Galaksi Yolculuğu adındaki makineyi es geçmezdi. Sınıfta ona binmeyen bir Berk kalmıştı ve bu yüzden kendini ezilmiş hissediyordu. Artık ezilmeyecekti. Oğlan bu gün o oyuncağa binecekti.
Berk ve Yelda lunaparka girdiler. Yelda Berk’e biraz para verdi ve ona gidip paranın tamamıyla bilet almasını söyledi. Berk de neşeyle gişeye gidip toplamda on bilet aldı. On ayrı oyuncağa binecekti. Bu gün gerçekten de en güzel doğum günü kutlamasını yapıyordu. Son doğum günü olduğunu bilmeden…
Oğlan bundan sonraki iki saat boyunca annesinin elinden çekiştirerek oyuncakları dolaştı. Hepsine binmek ama elindeki biletleri en güzellerine harcamak istiyordu. İlk başta Elma Kurdu adındaki roller-coaster’a, ardından annesiyle çarpışan arabalara bindi. Fakat gözü sürekli Galaksi Yolculuğu’na takılıyordu. O oyuncağa binmek istiyor ama aynı zamanda korkuyordu.
Galaksi Yolculuğu temel olarak bir silindirin üstüne konulan yuvarlak levhaya uzun zincirlerle bağlanmış oturaklardan ibaretti. İnsanlar bu salıncaklara oturup makine çalışmaya başladığı zaman ortadaki silindir yaklaşık
Berk Galaksi Yolcuğu’na binmeye karar verdi. Annesini daha da inatla çekiştirerek oyuncağın yanına gitti. Yelda makineyi görür görmez korkulu gözlerle bakıp kesin bir ses tonuyla “Hayır!” dedi. “Olmaz. Bu makineye binmene izin veremem. Çok tehlikeli bu, Berk.”
“Ama anne… Arkadaşlarımın hepsi binmiş buna. Hiçbirine bir şey olmamış.” Berk yalvarıyordu annesine. “Bu gün benim doğum günüm. Bu gün lunaparktaki tek günüm. Bi’ daha gelmeme izin vermezsin. Bu gün benim tek şansım anne.” Berk’in gözleri yaşlarla dolmuştu. Çenesi titriyordu ama ağlamıyordu. Kendini tutuyordu. Çünkü o artık büyümüştü. O yüzden buraya gelmesine izin vermişti annesi.
Yelda oflayarak “Peki,” dedi. “Ama bir şey olursa açıklamayı babana sen yaparsın anlaşıldı mı?”
Berk, gözlerinden yaşlar akarken bir anda sevinçle gülümseyip kafasını evet anlamında salladı. Hemen dönüp Galaksi Yolculuğu’nun platformuna çıktı ve görevli adam onu boş bir oturağa oturtup emniyet kemerini sıkıca bağladı. -Annesi bunu görünce biraz olsun rahatladı.- Berk’ten bir tane bilet aldı ve başka çocuklara yardım etmek için yöneldi.
Oğlanın kalbi gürültülü atıyordu. Suratında sürekli engel olamadığı bir sırıtış vardı. Çevresine bakıyor, binen çocuklarla yaşı olup olmadığına dikkat ediyordu. Bazı oturaklarda gençler vardı. Onlar daha rahatlardı. Korkularından arınmışlardı.
Tüm oturaklar doldu, kemerler bağlandı ve Berk platformun altındaki motorların küçük sarsıntılar yaparak çalıştıklarını hissetti. Oturaklar yavaşça yükseldiler ardından da “yolculuk” başladı. İlk başta yavaşça dönüyordu ama sonra hızlanmaya başladı ve zincirlere bağlı oturaklar hızdan dolayı yerle yaklaşık 45 derecelik açı oluşturdular.
Makine hızla dönerken Berk’in suratına rüzgar çarpıyor ve onun nefes almasını güçleştiriyordu. Çevresi bulanıklaşıyor, tüm renkler karışıp her şey görülmez oluyordu. Bunlar çocuk için hiç de rahatsız edici değildi. Bunun için beklemişti ve şimdi de her şeyin tadını çıkarıyordu. Heyecan ve adrenalinden dolayı içi sızlıyordu, çığlıklar atıyordu ancak yine de sürekli suratında şaşkın bir gülümseme vardı.
Ardından çocuğun gözlerinde benek benek karartılar olmaya başladı ve suratındaki gülümseme giderek yok oldu. Az önce gülümseyen dudakları şimdi beyazlaşmıştı. Koltukaltlarından, ellerinden, ensesinden soğuk terler akıyordu. Karnına şiddetli bir sancı girmişti. Üşüyordu, aynı zamanda da kulaklarının ateş gibi yandığını hissediyordu. Kulakları çınlıyor ve diğer tüm sesler bu çınlamada yok oluyordu. Benekler sinsice yayılıyordu gözlerinde.
“İndirin beni!” diye bağırdı çocuk ama sesi o kadar da çok çıkmamıştı. Bir daha bağırmaya çalıştı. Sonrasında gözlerindeki siyah benekler iyice yayılıp, gözlerinin önünde tümden bir perde oluverdi. Çocuğun beyni tüm algılara kapandı.
----------------------------------------------------------------------------------------------------------
Berk’in beyni çalışmaya başlayıp gözlerindeki perdeler eriyerek yok olduğu zaman hava kararmıştı ve soğuktu. Suratına vuran nefes kesici rüzgâr içini titretiyordu. Oğlan hala daha Galaksi Yolculuğu’nda oturuyordu. Lunapark tamamen boşalmış, bütün makineler ve ışıklar kapatılmıştı. Lunaparka en yakın bina yaklaşık yüz metre uzaklıktaydı. Bu yüzden kocaman, ıssız parkı havadaki yıldızlar ve karayolundaki ışıklar aydınlatmaya çalışıyordu.
Panik, koşarak savaş alanına dalan samuraylar gibi tüm vücudunu işgal etti. “Anneee…” diye bağırdı. Sesi korkudan çatallıydı. Çenesi titriyor ve gözlerine yaşlar hücum ediyordu. Sesi bir kez yankı yapıp geri döndü.
Az ilerideki gondolun ucunda duran korsan manken canlanmış gibiydi. Gözlerini çocuğa dikmiş pis pis gülüyordu. Onun iki metre önündeki, el ele tutuşmuş, plastikten Temel Reis ve Safinaz maketleri birbirleriyle fısıldaşıp gülüşüyorlardı.
Berk, ağlayarak bağırmaya devam etti. “Annee… nerdesin?” Yankılanıp gelen ses bazen çocuğu ürkütüyordu. Bu zamanlarda bir süre ağlamayı kesiyor, nefes alışını yavaşlatıyor ve gelen sesin başkasına (korsana, Temel Reis’e ya da çöp kutusu şeklindeki ayıcığa) ait olup olmadığını anlamaya çalışıyordu.
Oğlan, sesi kısılana kadar ağlayıp annesini çağırmaya devam etti. Sesi kısıldığında da oturaktan kendisini atmayı düşündü. Ancak o kadar yükseklikten atlarsa bacaklarının kırılması işten bile değildi. Bacakları kırıldığı takdirde de bu ıssız ve ürpertici lunaparkta sabaha kadar beklemek zorunda kalacaktı. -Bunun düşüncesi bile onun tüylerinin ürpermesine neden oldu.-
Esen rüzgardan mı, yoksa korkudan ve panikten mi bilmiyordu ama bedeni buz kesmişti. Kanı donmuş gibiydi. Kasları sürekli kasılıp gevşiyor, bedeni titriyor, dişleri telgraf makinesi gibi birbirine vuruyordu. Çocuğun üstündeki spider-man baskılı tişört ve kot pantolonu bedeni için yetersiz kalmıştı.
Ve aniden ışıklar çaktı. Berk’in karanlığa alışmış gözleri bir anlığına yandı. Gözlerini kapattıysa da pek yararı olmadı. Rengarenk ışıklar, göz kapaklarından zorlanmadan geçti. Işığa alıştığında bile gözlerinde flaş patlama etkisi vardı.
Lunapark tekrar canlanmıştı. Her şeyiyle insanlara neşeli bir gün yaşatmak için çalışıyorlardı. Galaksi Yolculuğu yavaşça aşağı indirdi oğlanı. Berk, makine durduktan sonra biraz tereddüt etti. Sonra kemerini açarak lunaparka ayak bastı.
Park tozlu bir zemin üzerine kurulmuştu. Berk’in Kinetix marka spor ayakkabıları yere çarptıkça küçük toz bulutları yükseliyordu. Galaksi Yolculuğu’nun çevresinden ayrıldı. Çocuklar için yapılmış Elma Kurdu’nun yanından geçti. Bilet gişesini de geçerek çıkış kapısına vardı. Büyük, demirden kapı kapatılmış ve asma kilitle kilitlenmişti. Çocuk bir an, bazı günler okuldan kaçmak için parmaklıklara tırmandığı gibi bu demir kapıya tırmanmayı düşündü. Ancak kapının en ucundaki uzun, sivri parmaklıkları görünce hemen bu fikri kafasından çıkardı. İçinden, zaten tırmanmaya başlasam bile yolun yarısında yorulurum, dedi.
Orda biri var!, dedi içindeki biri. Atış poligonunun oradan bahsediyordu. Berk bunu hissedebiliyordu. Silahların durduğu tezgahın hemen arkasında. Bak! O parlak iki nokta o korsanın gözleri. Gondolun üstündeki korsanın… Berk’in içindeki şüphe yerini korkuya bıraktı. Evet, gerçekten de orada iki göz ona dikilmiş bakıyordu. Ve evet, bu gözler bir zamanlar cansız olan korsanın gözleriydi.
Oğlan eğer gürültülü bir yerde olsaydı, bedenindeki ritmik sarsıntıyı disko müziğinin basları sanırdı ancak şüphesiz ki bunlar onun kalp atışlarıydı. Kalbi her attığında vücudu gerçekten sarsılıyor gibiydi. Kulaklarında ve parmak uçlarında bu sarsıntıyı fazlasıyla hissediyordu.
Korsan yavaşça bir adım attı çocuğa doğru. Üstüne örtülü gölgeden kurtulup ışığa çıkmıştı. Üstünde uzun, deri bir palto; kafasında siyah, yıpranmış korsan şapkası vardı. Peter Pan filminden fırlamış gibiydi. Berk, korsanın elini göremiyordu ama sol elinin olması gereken yerde parlak, metal bir kanca olduğuna emindi. Korsan dehşet verici, yırtıcı bakışlarını fırlatırken yüzüne keskin bir gülümseme yayıldı.
Berk nereye kaçacağını bilemiyordu. Kapı kapalıydı. O tarafa giderse, korsan onu hemencecik kıstırırdı. Eğer tam ters yöne giderse de eğlencenin değişim geçirip soğuk bir gerilime dönüştüğü parkın iyice derinlerine dalmış olacaktı. Yine de biraz şansı var gibiydi. ‘Belki kuytu bir köşe bulurum ve sabaha kadar orada saklanırım,’ diye düşündü.
Korsan ona doğru gelmeye başladı. Gözlerini dikerek, pis pis sırıtarak çocuğun üzerine hızlı adımlarla yürüyordu. Yakınlaştıkça parlak, plastik yanakları daha belirgin oluyordu. Çocuğun teorisi kanıtlanmıştı; korsanın sol kolunun ucunda parlak bir kanca vardı.
Oğlanı şok halinden çekip çıkaran, lunaparkın karşısındaki yoldan geçen tırın gürültülü motoruydu. Tır yeri titreterek geçerken, çocuk sıçrayarak uyandı ve korsanın iki metre sağından koşarak geçti. Nereye doğru gideceğini bilmiyordu. Park, gece çöktüğü zaman tanınmaz hale gelmişti. Makinelerden gelen göz kamaştırıcı, çeşit çeşit renkli ışıklar çocuğun kafasını karıştırıyordu.
Berk nefesi kesilene dek koştu. Koşusunun ilk saniyesinde arkaya baktığında korsan ortadan kaybolmuştu. Ancak yine de koşu boyunca sürekli arkasını kontrol etti. Bazen, bu yüzden tökezliyor, ayağı bir taşa ya da yere atılmış meşrubat kutusuna takılıyordu. Çocuk her dengesini kaybettiğinde, sıkınca ses çıkaran plastik oyuncaklar gibi küçük tiz çığlıklar atıyordu.
Berk, ciğerleri şişip daha fazla oksijene ihtiyaç duyduğunda durmak zorunda kaldı. Derin ve hızlı soluk alıp veriyordu. Bedenine bir anda çok fazla oksijen girince başına feci bir ağrı saplandı. Başını öne eğip dizlerini tutarak kalp ritmini düzene sokmaya çalıştı.
Lunaparktaki, renkleri birbirine karışmış ışıklar söndüğünde çocuğun aydınlığa alışmış gözleri bir süre kör oldu. Karanlığa alışana kadar…
“Hey çocuk!” dedi neşeli bir ses. Bir çizgi film seslendiricisi gibi alaycı konuşuyordu. Ne çok uzaktan ne de çok yakından geliyordu ses. Çocuğun koştuğu taraftan geliyordu.
Berk kafasını kaldırdı. Sesin geldiği yönde abartılı göbeğiyle, büyük, renkli pabuçlarıyla, en az pabuçları kadar renkli kıyafetiyle ve kırmızı yuvarlak burnuyla tam bir palyaço duruyordu. Ağzının etrafına yaptığı kırmızı makyaj gülüyor hissi yaratsa da yakından bakıldığında palyaçonun gözlerinde korku ve paniğin hâkim olduğu görülüyordu.
“Ne Bakıyorsun öyle? Buraya gel. Korsan tekrar gelmeden kaçalım.” Palyaçonun sesi canlı ve neşeliydi ancak, onun da korktuğu her halinden belliydi. Hızlı hızlı, heyecanlı konuşuyordu.
“Sen kimsin?” dedi Berk. Onunla konuşmakta iyi yaptığını bilmiyordu. Palyaço ona o kadar güven verici geliyordu ki. Korsan kötü, palyaço da sanki iyi taraftandı.
“Ben bu parkın palyaçosuyum.”
“Adın yok mu?”
“Bana arkadaşlarım Palyaço der. Sen de öyle diyebilirsin.”
“Arkadaşların burada mı?” diye sordu Berk. Çocuğun içine umut tohumu düşmüştü.
Kısa bir duraklamadan sonra Palyaço cevap verdi; “Evet, buradalar. Korsandan saklandığımız yerdeler.” Palyaço’nun yüzünde sinsi bir gülümseme ortaya çıkıp söndü. Berk bu gülümsemeyi görmedi bile. “Seni de oraya götürmeye geldim. Duyduğuma göre sen de Acımasız Korsan’dan kaçıyormuşsun.”
“Evet.” Çocuğun gözleri parlamış, sesine canlılık gelmişti. İçindeki umut tohumu şimdi büyüyüp bir ağaç oluvermişti. “Az önce arkamdan kovalıyordu. Neredeyse beni köşeye sıkıştırmıştı.”
“Hı hı” Palyaço’nun gözlerinde kederli bir ifade belirmişti. Yapmacıktı. “Acımasız Korsan, kafasına taktığı birisini yakaladığı zaman ilk başta el ve ayak parmaklarını çekiçle ezer ardından da sivri kancasıyla keserek koparırmış. Sonra, kurbanının midesini deşip iç organlarını yermiş. En çok sevdiği şey çocukların iç organlarını yemekmiş.” Kendisinden 10 yaş küçük kardeşine, gece geç saatte korku hikâyesi anlatan biri gibi sesi, gerilimi arttırmak için yükselip alçalıyordu. Derin nefes alıp devam etti. “Neredeyse bir yıldır hiç çocuk yediğini duymamıştım. Şu an oldukça aç olmalı.”
Berk koşarak palyaçoyla arasındaki mesafeyi hızla yok etti ve palyaçonun bacağına sarıldı. –Berk’in boyu Palyaço’nun anca beline kadar geliyordu.- Kafasını bacağa dayayıp küçük hıçkırıklar atarak ağlamaya başladı. “Beni…korsandan…korursun dimi?”
“Korurum küçük oğlan. Hiç merak etme sen.” Palyaço yavaşça, çocuğun bacağına dayadığı kafasını okşadı.
Baba ve oğul gibi, Palyaço ver Berk el ele tutuşmuşlar, Palyaço’nun arkadaşlarının sığınağına gidiyorlardı. “Acımasız Korsan’ın ulaşamayacağı, güvenli bir yer orası,” demişti Palyaço. Berk bunu duyduğunda baya rahatlamıştı. Acımasız Korsan’la bir daha karşılaşmak istemiyordu. Hele palyaçonun anlattıklarından sonra onu bir daha görürse geçireceği şok yüzünden ölebileceğini düşünüyordu. Böylece canlı canlı yenmekten kurtulursun belki.
“Buradan, küçük.” Palyaço, oğlanı elinden çekerek çağrışan araba pistinin sağındaki küçük bilet kulübesine yöneldi. Kulübenin kapısını açtığında önlerine içinde eski, tahta bir sandalyeden başka bir şey olmayan kare şeklinde bir oda çıktı. Aslına bakarsanız oda bile sayılmazdı, 1,5 metrekarelik zemini olan bir boşluktu. Palyaço, çocuğun elini yavaşça bıraktı ve sandalyeyi alıp dışarı fırlattı. Sandalye havada birkaç saniye kaldıktan sonra yere düştü ve bir ayağı kırıldı. Palyaço yere çömeldi ve beton zeminde elleriyle tozların arasında arandı. Karanlık olduğundan zemin neredeyse hiç görülmüyordu. Palyaço “Heh!” gibisinden bir şey dediğinde Berk korkunç, sessiz bekleyişin sonunda bittiğini anladı.
Palyaço, yerden bir şeyi çekmeye başladı. Ağır bir şey kaldırdığı belliydi. Haltercilerinkiler gibi kasları kasılıyor ve titriyordu. Bir süre sonra zeminde ince, parlak, sarı bir çizgi belirdi ve büyüyerek kare bir girişe dönüştü. Girişin açıldığı yer çok iyi aydınlatılıyor gibiydi. Aşağıdan gelen sarı ışık, bilet kulübesinin duvarlarına yapıştı.
Palyaço, çocuğun peşinden gelmesi için seslendi. O da en az Berk kadar heyecanlı görünüyordu. Konuşurken gözleri irileşmişti ve yüzünde de giderek büyüyen bir tebessüm vardı. Bu tebessüm -yüzündeki makyajdan mıdır bilinmez- bir palyaço için oldukça dehşet vericiydi. Ama Berk ona o kadar güvenmişti ki bu tebessümü ya fark etmemiş ya da fark etmek istememişti. Palyaço’nun Berk’in tek desteği olduğunu düşünürsek ikinci ihtimal biraz daha güçlüydü. Geçici babası Berk’in elinden tutup aşağıya indirdi.
Alt kata indiğinizde karşınıza çıkan ilk şey uzun, güçlü ışıklarla aydınlatılmış, tozlu koridordu. İçeride o kadar yoğun bir toz bulutu vardı ki neredeyse ışıkları gölgeleyeceklerdi. Hiç havalandırma olmamasından kaynaklanan ağır, boğucu rutubet kokusu vardı. Koridorun sağ ve sol duvarlarında hiçbir kapı yoktu. Giriş ve çıkış noktaları, bir boru gibi iki ucundaydı. Ama koridor o kadar uzundu ki bunların hiç birisine şaşırmaya olanak tanımıyordu. Eğer metre olarak kafadan atma bir tahminde bulunmak zorunda kalsaydınız bir değil iki basamaklı bir sayı söylerdiniz. Gerisi de sizin tahmin yeteneğinize kalırdı. 25? 30? İyimser bir tahminde bulunursak
Çocuk, ciğerlerine tozlu ve ağır kokulu havayı çektiği zaman öksürmeye başladı. Akciğerinin iç duvarına yapışan tozları ani, sert öksürüklerle dışarı atıyor, fakat nefes aldığında daha yoğun bir toz bulutu ağzından ve burnundan içeri giriyordu. Bir süre sonra, nasıl bedeni paniğe alışıp titremeyi kestiyse, ciğeri de pis havaya alıştı ve çocuğun öksürüğü kesildi.
“Eee… Anlat bakalım, çocuk. Gecenin bi’ vakti ne işin var burada? Nasıl girdin buraya?” Koridordaki şiddetli sessizliği palyaço bozmuştu. Hala daha neşeli sesi, koridorun içinde birkaç kez yankı yapıyordu.
Berk bir an düşündükten sonra dalgın dalgın ellerini iki yana açarak “Bilmiyorum,” dedi. Sonra, Galaksi Yolculuğu’nda bayılmasından başlayarak palyaçoyu görene kadarki hikâyesini anlattı. Palyaço, çocuğu dinlerken yapay ve çocuksu “Hı?”, “Öyle mi?” gibisinden şeyler diyerek dinlediğini belirtiyordu.
Çocuğun hikayesi bittiğinde koridorda sadece Berk’in ve Palyaço’nun kalp atışlarına benzeyen ayak sesleri kaldı. Hikaye boyunca bu sesler devam etmiş ve koridorun büyük bir bölümünü arkalarında bırakmışlardı. Kapı neredeyse on adım ilerdeydi. Ancak Palyaço, aniden aklına bir şey gelmiş gibi durdu ve çocuğu da kolundan tutarak durdurdu. Berk ona soru sorar gibi bakıyordu. Palyaço kısa bir süre tavana bakarak bir şeyler düşündü. Sonra çocuğa dönerek alaycı bir gülümsemeyle “Sana durumu açıklayayım en iyisi,” dedi. Çocuk hiçbir şey demeden palyaçonun devam etmesini bekledi. “Sen Galaksi Yolculuğu’nda bayıldıktan sonra annen çok korktu, küçük. Çığlıklar atarak makineyi durdurdu ve seni taşımak için benden yardım istedi. Ambulansa çağırmayı teklif ettim ancak annen kabul etmedi. Ağzımdan ambulans lafı çıkar çıkmaz gözleri korkuyla büyüdü.” -Babandan korkuyordu. Berk’in içindeki ses hala daha gevezelik yapabiliyordu.- “Sende ismini anlamadığım bir hastalığın olduğunu ve sık sık bayıldığını söyledi. Benden ambulans yerine taksi çağırmamı istedi. Biraz ısrar ettikten sonra sizi arabamla bırakma teklifimi kabul etti.”
Çocuk irileşmiş gözlerle Palyaço’ya bakıyor ve onun gerçek bir insan olup olmadığını sorguluyordu.
“Sen arka koltukta uyuyordun, annen de önde oturup bana evin yolunu tarif ediyordu. Çok endişelenmişti, küçük. Ama sanki onu endişelendiren tam olarak senin bayılman değildi. Yol boyunca dümdüz yola baktı ve yolu tarif etti. Babandan korkuyordu sanırım. Ne dersin? Neyse çocuk, bu beni ilgilendirmez.
“Sizin eve vardık. Anne seni kendi taşıyamayacak kadar panik içindeydi. O yüzden seni kucağıma aldım ve apartmana girdik. Beşinci kat, 17 numara. Beynime kazıdım bu bilgileri. Unutmamalıydım.”
Berk “Niye evimizi bu kadar önemsedin?” dedi. Kafası karışıktı.
“Çünkü…” Palyaço söze başladığında sesi, pantolonunu ıslatmış arkadaşıyla dalga geçen birinci sınıf öğrencisi gibi çıkmıştı. Gülüyordu. Beklediği an gelmişti. “…senin bir yıl aradan sonra Acımasız Korsan için iyi bir yemek olabileceğini düşündüm.”
Çenesi sarkarak ağzı açılmış ve gözleri korkuyla büyümüş olan Berk’in ağzından tek kelime çıkmıyordu. En sonunda “Hı?” diyebildi.
Palyaço sırıtarak göz kırptı ve onun gözünü kırpmasıyla birlikte koridordaki tüm ışıklar bir anda söndü. Berk bir an ne yapacağını bilememiş, Palyaço’nun olduğu tarafa doğru ellerini uzatarak yürümüştü. Bunu neden yaptığını bilemiyordu. Palyaço onu, Acımasız Korsan’a yem yapmak için kandırmamış mıydı?
‘Öyleyse’ dedi içinden. ‘Acımasız Korsan şu an burada olmalı. Beni yakalayacak ardından…” Berk’in, karanlıktan dolayı irileşmiş gözleri artan panik nedeniyle daha fazla büyüdü ve yanmaya başladı. Elleriyle duvarları yoklayarak ilerlemeye çalıştı. Giriş kapısına doğru mu, çıkış kapısına doğru mu bilmeden ilerliyordu. Attığı her adımla koridordaki sessizliği delip geçen bir gürültü yankı yapıyordu koridorda.
Berk körlemesine yürümeye devam ederken içindeki ses bu ayak sesleri senin değil, dedi ve oğlan bunu duyar duymaz durdu. Ancak koridora yayılan çarpma sesi durmamıştı.
Çocuğun yüreği panikten bir kere teklemiş, ensesinden, koltukaltından, dehşet kokulu terler boşalmıştı. Sesler yaklaşıyor mu, uzaklaşıyor mu belli değildi. Her yerden ve aynı zamanda hiçbir yerden geliyordu sanki. Berk olduğu yerde kilitlenip durmuştu.
(güüm)
(güüm)
(…)
Ayak sesleri kesildi. Son adımın yankısı havada asılı kaldı. Ardından soluklaşarak yok oldu. Çocuk, kendi hızlı kalp atışlarını ve solumalarını ayrıştırarak sessizliği dinledi.
Hemen arkanda! diye bağırdı içindeki ses. Büyük bir çatışmada silah arkadaşını uyarmak için bağırıyormuş gibiydi. Hemen arkasından gelen hırıltılı solumayı duymuş ancak beyni algılayamamıştı. İçindeki ses daha hızlı harekete geçmişti. Berk hıçkırığa bener bir çığlıkla arkasına döndü. -Karanlıkta, bu ani dönüş onun başını döndürmüştü.- Hırıltıyı duyuyor, sıcak, pis kokulu soluğu yanaklarındaki tüylerde hissediyordu. Karanlıktan hiçbir şey görmüyordu ancak Acımasız Korsan olduğunu düşündüğü kimsenin onun en fazla bir adım ötesinde olduğunu biliyordu. Oradan koşarak kaçmak istese de ayakları söz dinlemez olmuşlardı.
Tıss-
Hırıltının geldiği yönden, deodorant sıkarken çıkan tıslamayı andıran bir ses çıktı. Sonra çocuğun irileşmiş gözleri yanmaya başladı. Burun deliklerinde ve ağzında acı bir kimyasal duyumsadı. Kolonyanın tadıyla böcek ilacının kokusu vardı. Çok geçmeden Berk’in sinüsleri ağrımaya, başı dönmeye başladı. Ayaklarındaki kaslar gevşedi, göz kapakları serbest kaldı. Dengesini kaybedip yere yığılmasına ramak kalmışken belinde bir el hissetti. Onun kafasını yere çarpmasına engel olmuştu.
Çocuğun bilinci uyandığında ilk fark ettiği şey bedeninin neredeyse buza dönmüş olduğuydu. Titremekten, kasılıp gevşemekten kolları ve bacakları acıyordu. Berk çırılçıplaktı. Elleri ve ayakları metal sedyeye bağlanmış, ağzı bantla kapatılmıştı.
Odayı sadece sedyenin hizasında, tavandan sarkan ampul aydınlatmaya çalışıyordu ancak yeterli olmuyordu. Ampul, sanki yıllardır kullanılıyormuş gibi fersizdi.
Sonra karanlık bir şey, çocukla fersiz ışığın arasına girdi. Berk, zaten fersiz olan ışığı artık göremez olmuştu. Tek görebildiği o şeyin siyah gölgesiydi. Gözleri karanlığa alıştıkça o şeyin Acımasız Korsan olduğunu anladı.
Oğlan korkudan aniden gerilmişti. Ağlamak istiyor ama yapamıyordu. Korsan’a yalvarmak, ondan merhamet dilenmek istiyordu ancak ağzı bantla kapalı olduğundan konuşamıyordu. Tek yapabildiği, iyice irileşmiş gözleriyle Korsan’ın suratını incelemekti.
Lunaparkın çıkış kapısında karşılaştıklarında daha plastiğimsi gelen cildi şimdi oldukça insanınkine benziyordu. Sakalsız yanaklarında küçük sivilceler ve iki üç kesik izleri vardı. Esmer cildi biraz beyazlaşmış mıydı yoksa gecenin karanlığında Korsan ona esmer gibi mi gelmişti? Peki, dudaklarının kenarındaki pembe boya izlerine ne demeli? Gözlerinin çevresinde de buna benzer soluk pembe boya izleri vardı.
Bu Palyaço, dedi içindeki ses. Peki nasıl olur? Korsan’ın büyük pala bir bıyığı var. Takma olabili-
“Selam, küçük,” dedi Korsan. Evet! Bu kesinlikle Palyaço’nun sesiydi. Daha ciddiydi ama yine de tınısı, çatallığı… her şeyiyle bu ses onundu. Palyaço’nun… “Ah… Biraz bekle çocuk.” Aklına sanki yeni bir şey gelmişti. Korsan arkasını dönüp çocuğun görüş alanından çıktı. Geri geldiğinde o artık Palyaço’ydu. İri, pala bıyığı gitmiş, burnuna kırmızı bir top takmıştı. Kafasındaki şapkayı çıkarmıştı. Onun yerinde kırmızı peruğu vardı. “Beni daha çok seviyorsun sanırım,” dedi. Yine sinir bozucu alaycılığını giymişti üstüne. Sanki o peruğu ve kırmızı topu takınca hayata alaycı bakmaya başlıyordu. Sanki kişiliği değişiyor, kaygısızca neşeleniyordu. Garipti.
Berk artık Palyaço’yu da sevmiyordu. Palyaço ve Korsan aynı taraftandı. Korkutucu yanı ikisi de aynı kişiydi. Onu öldürmek istiyordu. Çocuğun aklında Palyaço’nun sözleri yankılandı.
(…Bir yıldır çocuk yemiyor…)
(…oldukça aç olmalı…)
(…kancasıyla çocukların karnını yarıyor…)
İki yana açılmış elleri ve ayaklarıyla soğuk masada debelendi. Kurtulamayacağını biliyordu. Kollarında hissettiği bağlar ince ipler değildi, bir denizci halatı kadar kalındı. Yine de içgüdüleri ona, bu haldeyken öylece durup bekleyemeyeceğini söylüyordu. Çocuk uzuvlarını, halatların izin verdiği kadar kaldırıp indiriyorken şimdi tamı tamına Palyaço olmuş adam ona bakıp sırıtıyordu. Charlie Chaplin filmlerine benzer, sessiz komedi filmi izliyor gibiydi. Berk, bir süre daha debelendikten sonra burun deliklerinden ciğerlerine yeterli havaya alamamaya başladı. Durmak zorunda kaldı. Burun delikleri hızla küçülüp büyüyor, ciğerlerine hava pompalıyordu.
“Sakin ol küçük,” hala daha sırıtıyordu. Berk içinden, evde söylemesi yasak olan küfürleri sayıyordu adama. Babası küfürleri yasaklamış, bir daha kullandığı zaman onu cezalandıracağını söylemişti. Keşke burada olsaydı da cezalandırabilseydi. “Dürüst ol; şovumu beğendin mi? Bu zamana kadar gerçekten de iyi biri olabileceğimi düşündün dimi?” Bu adam gerçekten de kendisini palyaço sanıyor gibiydi. “Artık gitmem lazım sanırım. Yoksa Korsan beni fena cezalandırır.” Yüzünde ilk başta telaş ve endişe vardı. Ardından sinsi sinsi sırıtarak tekrar çocuğun görüş alanından çıktı.
Çocuğun ayaklarının olduğu taraftan metallerin birbirine çarpışma ve sürtünme sesleri geldi. Sanki orta çağdan gelme bir grup şövalye alıştırma yapıyordu.
(…kancasıyla çocukların karnını yarıyor…)
Korsan kancasını hazırlıyor. Karnını deşmek için kancasını sivriltiyor.
Sert, ağır bir metal mermerde süründü. Sesin tokluğundan anlaşılıyordu.
(…çekiçle el ve ayak parmaklarını ezer…)
Korsan sağ eline çekicini aldı.
Korsan/Palyaço çocuğun görüş alanına tekrar girdiğinde üstüne korsan kıyafetlerini giymişti. Sol elinin olduğu yerde parlak sivri bir kanca, diğer elinde çekiç vardı. Yüzündeki aptal sırıtış kaybolmuştu. Çocuğun suratına küçük bir an sertçe baktı. Sonrasında kafasını çevirip Berk’in sağ elinin olduğu tarafa doğru gitti.
(…çekiçle el ve ayak parmaklarını ezer…)
Berk sağ elini sıkıca yumruk yaptı. Tırnakları avuç içine batıp acıyordu ama yine de elini gevşetmiyordu.
“Elini aç!” dedi tehdit eder gibi.
Çocuk korkuyla, kafasını sallayarak itiraz etti. Bantlı ağzının arkasından kısık sesli çığlıklar atıyordu.
“Uğraştırma beni! Elini aç dedim sana!” Oğlanın gözünün içine bakarak elini açmasını bekledi ancak çocuk elini açmamıştı yine. “Peki, sen bilirsin.” Korsan, çekicini kaldırdı ve çocuğun yumruğunun üstüne hızlıca indirdi.
Berk hayatında böyle bir acı hissetmemişti. Eli ezilmiş gibiydi. Kemiklerinin kırılma sesini duymuştu. Eğer acıya dayanıp, gözlerini açabilseydi sağ elinin yay gibi kavisli olduğunu görecekti. Ama acı o kadar derinden gelmişti ki tüm vücudunda acı dalga dalga yayılmıştı ve göz kapakları da dahil tüm kasları kasılıp büzüşmüştü. Spor ayakkabıları içindeki ayak parmakları hızlıca gerilmişti. İki ayağının diz kapağının altındaki tüm kaslara kramp girmişti. Sırtı, bir balerininki gibi masadan kalkarak yay gibi olup tekrar masaya çarpmıştı, ki bu da yeni bir acı dalgasının doğmasına neden olmuştu. Kulaklarında gürültücü bir çınlama başlamıştı. Yine de Korsan’ın sevimsiz kahkahasını duyabilmişti. Oğlan gözlerini açamadan yeni bir gürültü geldi sol tarafından. Ardından sol kolundan sırtına ardından tüm bedenine, yepyeni bir acı dalgası daha yayılmaya başlamıştı. Sol eli de sağdaki gibi yamulup biçimsizleşti. Ardından çocuk bu acıya dayanamadı ve bayıldı. Bu onun için en iyisi olmuştu. Korsan’ın ayaklarını çekiçle ezmesini, ardından da midesini kancasıyla delip içinden çıkan bazı organları yemesini görmedi.
Berk, Korsan’ın bir yıl sonra ilk kurbanı olmuştu ancak sonuncusu değildi. Teslim olana kadar 23 çocuğu parçalayarak öldürdü. Cinayetlerinden birkaçını evinde ya da ıssız bir ormanda yaptı. Ama çoğu lunaparktaydı ve cesetlerinin hiç biri bulunamadı. Teslim olduktan sonraysa yerlerini bilmediğini, çocukları Palyaço’nun gömdüğünü ve ona söylemediğini söyledi. Neden teslim olduğu konusunda soru soran gazetecilere de “Palyaço istedi,” diyerek cevap verdi.
Tolga Yiğit (♠)
21 Haz. 08
16:44
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder